BÜYÜLÜ ŞEHİR – PRAG

Avrupa’da ayak bastığım ilk şehir, bozulmamış güzellikleriyle Prag… Bu şehri gelip görmeden önce ismi dahi geçince zihnimde pek çok görüntü belirirdi. Özellikle izlediğim filmler şehre olan merakımı ve ilgimi öylesine arttırmış ki en çok gitmek istediğim şehri sorsalar Prag derdim. Bu sebeple uçağımız Prag’a indiğinde çocuklar gibi şendim. Pasaport kontrolü sırasında da bu ruh halimi bence görevli memur hissetti, çünkü ülkeye sıra beklemeden ve vize ile ilgili hiç bir soruya muhattap olmadan kolayca girdim. Uber ile otele doğru gitmek için yola çıktığımızda ise trafikte her 3 kişiden ikisinin Skoda marka araç kullandığını görmek hoşuma gitmişti çünkü severek kullandığım aracımın ana vatanındaydım:)

Prag’da gezi notlarıma geçecek olursak, Prag büyük bir şehir olmadığından 2-3 günde gezilir gibi düşünebilirsiniz, turistik ve popüler yerleri için yeterli olsa da şehrin detaylarına inmek isterseniz bu sürede keşfetmek mümkün değil. Çünkü her bir sokak, her bir meydan büyüleyici tavrıyla size göz kırpıyor, sizi çağırıyor ancak zaman kısıtlı olduğundan mutlaka görülmesi gereken yerler listesine odaklanıyorsunuz. İlk kez geldiğim için bende bu düşünceyle hareket ettim, fakat  içimden bir ses bambaşka bir Prag tecrübesi yaşamak için ilk fırsatta tekrar geleceğimi söylüyor.  Prag’da konaklama kısmı bizim pek odaklanmadığımız bir şeydi çünkü asıl konu gezmekti. Konaklama da bizce en çok dikkat edilecek şey otelinizin toplu taşımaya yakın olması. Şehirde ulaşımı sağlayan metro, otobüs, tram gibi seçenekler mevcut ve  ulaşım gerçekten kolay. Kaç gün gezecekseniz ona uygun sınırsız ticket alarak tüm bu araçları kullanabilirsiniz. Her ne kadar toplu taşıma rahat desekte bizce bir şehri keşfetmenin en temel yolu yürümek. Prag’da yürümek ise bambaşka bir keyif, yorulsanız da şehrin güzelliği tüm bu yorgunluğu alıp götürüyor.

Şehrin simgesi ve en merak ettiğim yer Charles Köprüsüydü. Köprü şahane bir Prag manzarası sunuyor ve ihtişamı ile işte ben buradayım diyor, köprü üzerinde ince detaylarla süslü bir sürü heykel mevcut. Ayrıca klasik müzik resitali yapan müzisyenler ve portre çizen ressamlarla dolu. Köprüde yürürken denk geldiğim Çello ile yapılan klasik müzik performansı hayatımdaki unutulmaz anlar arasına girdi. Bence herkesin bu hazzı yaşaması lazım. Charles Köprüsünün ambiyansını bozan tek şey ise aşırı turist sayısı. Bunun için ise yapacak bir şey yok. Maalesef kalabalıktan dolayı yürümekte ve  fotoğraf çekmekte zorlanabilirsiniz.

 

Köprüden çıktığınızda Old Town Meydanı tarafına doğru ilerlememek mümkün değil, kalabalık sizin rotanızı belirliyor adeta “Haydi devam et Old Town meydanına doğru yürü!” diyor. Old Town meydanı Prag’ın en yoğun yeri,  Prag’ın kalbi burası ve Prag’a gelen herkes ama herkes burada. Çünkü görülecek sayısız yapı ve eser bu meydanda toplanmış. Beni en çok etkileyen ise  Astronomik Saat. Bu gördüğüm en güzel saat ve bence saat demek yetersiz kalır. Sanat eseri olarak değerlendirilebilir. Okuduğum kadarıyla 600 yıllık geçmişe sahip bu mühendislik ve estetik harikası eser mutlaka görülmeli. Ayrıca Astonomik saatin ilginç hikayesini merak edenler için linki buraya ekliyorum. Meydanda yer alan bir başka şahane yapı da Tyn Kilisesi. Gotik mimariyi iliklerinize kadar hissettiren bu yapı bence Avrupa’daki en özel kilise. Ayrıca bilmelisiniz ki Tyn Kilisesi ve tüm meydanı gündüz görmüş olsanız bile gece de mutlaka görmelisiniz. Çünkü Prag gece ışıklanmasıyla adeta açık hava müzesine dönüşüyor ve size bir Ortaçağ masalının içindeymiş gibi hissettiriyor.

Prag Kalesi bölgesine geçtiğimizde ise dini bir yapı olmanın çok ötesine geçmiş muazzam büyüleyici Aziz Vitus katedrali sizi karşılıyor. Öyle ihtişamlı ki bu dev bir gotik yapıya hayran olmamak elde değil. Dış mimarisindeki heykellerin ise her biri oldukça ürkütücü bunun sebebi kilisenin o dönem halka ”dinden dışarı çıkmayın, dışarısı çok tehlikeli ve korkutucu, içerisi aydınlık ve güvenli” mesajını verme düşüncesiymiş.

Prag merkezde ise dünyanın ne ilginç binaları arasında gösterilen Dancing House isimli bir yapı yer alıyor. Onlarca barok ve gotik mimari arasında farklı tarzıyla dikkat çeken yapıya uzaktan bakınca dans eden insan figürü görmelisiniz. Göremediyseniz de sorun değil:) Prag için fazla modern olan bu yapı en baştan beri şehrin estetik dokusunu bozduğu gerekçesiyle Praglılar arasında tartışma yaratmış, bizce bina şekli ve ilginç tasarımıyla buralara kadar gelmişken görülmeli.

Prag da gezilecek yemyeşil parklar ve dünya çapında ünlü sanatçıların eserlerinin sergilendiği galeriler var. Bizim zamanımız kısıtlı olduğundan müzelere vakit bulamadık. Bu içimi burkan bir detay çünkü bir şehri gezerken müzeye uğramadıysam orası eksik kalmıştır benim için. Özellikle merak ettiğim Ulusal Galeri’yi ziyaret etmek için buraya tekrar geleceğim.

Peki Prag’da Ne Yemeliyiz?

Prag’ta ilk yediğim şey meşhur Slovak hamur işi tatlısı Trdelnik’ydi. Karl Köprüsünün batı yakasına doğru Mostecka tarafında Tradicni Staroprazske isimli tatlıcı önünde ciddi bir kalabalık görüp, tatlı için sıraya girdik. Önce hazırlanışını izledik, makara şeklinde şekerli hamur pişirilip tarçına bulanıyor ve isteğinize göre içi vanilya, dondurma, çikolata, çilek gibi farklı seçeneklerle dolduruluyor. Ben çilekli dondurmalı olanı seçtim ve yerken her yerime bulaştırdım. Bence bu tatlı boşuna popüler olmamış… Bu güzel şey ulaşabileceğim bir yerde olsa sürekli yerdim herhalde. Aman diyeyim denemeden olmaz! Kesinlikle tavsiye edilir!

BURAYA MUTLAKA UĞRAYIN!

Akşam yemeğine  geçersek size mükemmel bir önerimiz var. Geleneksel Çek mutfağını sonuna kadar yansıtan çok özel bir yer. İsmi U Dvou Kocek olan bu restoran rahat atmosferiyle, yemeklerin lezizliğiyle, kendi yapımları olan biralarıyla ve fiyatlarının Old Town bölgesinde restoranlara göre aşırı uygunluğu ile çok hoşumuza gitti. İlk olarak sebze çorbası, Svickova denilen özel soslu sığır bonfilesi ve salata söyledik. Özellikle Svickova favorimiz oldu. Mutlaka bu yöresel lezzet denenmeli. Tatlı olarak Strdul (iç harcında elma, kuru üzüm ve tarçın olan hamurlu bir tatlı) ve Marlenka adlı ballı keki denedik. Beyaz ve siyah olmak üzere iki çeşit bira aldık. Her şey mi güzel olur? Çook sevdik burayı!

PRAG’DAKİ EN İYİ KRUVASAN!

Evet şimdi iddialı bir giriş yapacağım… Prag’taki en iyi kruvasan dükkanını mı arıyorsunuz? Günlük, en tazesinden kruvasan burada… Tek kelimeyle kusursuz. Bu lezzeti unutamıyorum… Prokop Croissant isimli cafede satılan bir sanat eseri bence. Biz vanilyalı ve fındıklı çikolatalı olanı denedik. Muhteşemdi! :))

CAFE LOUVRE’DE TÜRK KAHVESİ İÇMEK

Finalı Prag’ın en eski ve ünlü cafesi denebilecek Cafe Louvre ile yapalım.Kafka ve Einstein bu restoranın müdavimiymiş. Bu bilgi beni bambaşka bir havaya soktu ve eskiden entellektüeller, yazar ve sanatçıların buluşma noktası olan bu mekanda bulunmak bile iyi hissettirdi.. Bu güzel mekana ısınmamın bir diğer sebebi de menüde Türk kahvesi olması ve garsonun kahveyi sunarken başına fes takmasıydı. Yanında milli ikramımız lokum da unutulmamıştı.  Sırf bu keyif için ve ambiyans için gidilecek bir yer. Ayrıca buranın pastaları da meşhur. Bizde görseldeki pastayı denedik (adını hatırlayamadım) ancak kreması fazla ağırdı, sevemedik.

Vedalar hep zor olur eğer ardınızda sevdiğiniz bir şeyler bırakıyorsanız… İşte yolculuğumuzun son gününde Prag da bizim için böyle bir vedaydı. Orada yediğimiz lezzetleri, sanat eseri gibi sergilenen sokakları, geçirdiğimiz her bir anı çok özlüyoruz ama yine de yanımızda götürdüğümüz çok güzel hatıralar biriktirdik ve bu hatıraları da sizlerle paylaşmak istedik. Dileriz ki bu yazıyı okuyan herkes bir gün Prag sokaklarında yürüyüp, o güzel şehrin kendine has dokusunu kendince deneyimleme şansı bulur. Yazımızın sonuna gelirken, bir ek notu da Harry Potter severlere bırakmak istiyoruz. Prag gotik mimarisiyle özellikle Charles Köprüsünde yürürken kendini bir anlığına Hogwarts’ta sanmanıza neden olabiliyor. Ne demek istediğimizi hemen aşağıda bulunan çektiğimiz fotoğrafa bakarak anlayabilirsiniz 🙂 Hepinize mutlu, sağlıklı günler diliyoruz…

Köşe Yazarı: Ayşe